Siyasetin Gölgesinde Markalar
“Siyasi krizler ve markalar”, “siyaset ve ekonomi”, “siyaset, ekonomi ve markalar”, “siyaset ve üretim ekonomisi” … Tüm bu başlık seçeneklerinden sonra en genel ve kapsayıcı olanı tercih ettim: Markalar ve Özgürlük.
Sadece bizim ülkemizde değil, tüm dünyada siyaset, hayatın doğal akışı içinde daha az hissedilir olmasını beklediğimiz bir kavramken, aksine her geçen gün hayatımıza daha fazla nüfuz ediyor. Bu durumu hem paydaşlarımız ve çözüm ortaklarımızla ilişkilerimizde hem de iletişim süreçlerinde gözlemliyoruz. Siyaset ekonomiyi etkiler; ekonomi de siyaseti. Bu karşılıklı ilişki yadsınamaz. Ancak, ekonominin damarlarında dolaşan kan misali yaşamsal bir rol üstlenen markalar, siyasetin doğrudan müdahalesiyle aniden ve kontrolsüz biçimde krizlerin parçası haline gelmemeli.
Markalar, Ekonomi ve Siyasi İklim
Siyaset-toplum, siyaset-devlet ve siyaset-ekonomi ilişkilerini aynı denklemde düşünmeden, günümüz gerçeklerini sağlıklı değerlendirmek mümkün değil. Biz iletişimciler de markalarımız adına bu üçlü yapının içinden, kendi penceremizden bakmak ve kendimizi bu yapının yarattığı koşullara uyarlamak zorundayız.
Üretirken bugüne ve yarına karşı sorumluluğumuz var. Bugünkü ekonomik faaliyetlerin yarına olan etkisini gözetmeden hareket edemeyiz. Ülkelerin varlıklarını sürdürebilmesinde ekonomik gücün ve üretim faaliyetlerinin rolü tartışılmazken, özel sektörün siyaset üstü kalması gerektiği unutulmamalı. Her şirketin kârının, ülke ekonomisine katkı sağladığı fikrini daha üniversite sıralarındayken öğreniyoruz. Adam Smith’in kişisel çıkar yaklaşımına göre bireylerin üretmelerindeki temel motivasyon kendi çıkarlarını maksimize etmektir. (self interest) Kişiler yani bireyler bu motivasyonla üretim yapmaya başlayınca da ulusal çıkar maksimize olur.
Şirketlerin karı, bir ülkenin toplam ekonomisinde önemli bir rol oynar. Şirketlerin karı, ülkenin gelirini artırarak, vergi gelirlerini yükseltir ve istihdamı teşvik eder. Bu da ülkenin ekonomik büyümesine katkıda bulunur.
Peki, siyasi krizler ve çekişmeler yaşanırken markaların duruşu nasıl olmalı? Toplum için ürün ve hizmet üreten markaların siyasi duruşu ne ifade eder?
Markalar, Tarafsız Kalabilir mi?
Abraham Lincoln şöyle der: “Politikacılar, halkın çıkarlarından farklı çıkarlara sahip olan insanlar topluluğudur.” Bu söz, siyasetin her zaman toplumla aynı eksende ilerlemediğine işaret ediyor. Öte yandan, modern hukuk düzeni sözleşmeyle başlar. Ticari ilişkilerimiz, alınan-verilen hizmetler, üretim süreçleri hep bu sözleşme temelli düzende işler.
Ancak siyaset, kriz dönemlerinde bu düzene zarar verebilecek denli müdahil olabilir mi? Hizmet sektöründe iletişim danışmanlığı, hukuk ve yönetim danışmanlığı gibi alanlarda uzun soluklu iş birlikleri yürüten markalar, ani siyasi gelişmelere göre pozisyon almak zorunda kalmalı mı?
Günümüz dünyasında siyaset, tüm ülkelerde dinamik ve değişkendir. Hiçbir birey ya da şirket bu durumdan tam anlamıyla uzak kalamıyor. Oysa ekonomik istikrar ve sürdürülebilir bir gelecek için markalar, siyasetin dışında kalmalı; sözleşmelerini ve tarafsızlıklarını koruyarak faaliyetlerine devam etmelidir.
Toplumsal Duyarlılık: Zorunluluk mu, Risk mi?
Markaların politik duruş sergilemesi beklenmemeli mi? Elbette markalar, toplumsal olaylara duyarsız kalmamalı. İnsan hakları, çevre, doğa ve canlılara dair meselelerde etik ve empatik bir tutum sergilemeleri, yalnızca beklenti değil, artık bir zorunluluktur.
Ancak bu duruşun siyasal çizgilerle ilişkilendirilmesi, markaları kutuplaşmış kitlelerin arasında konumlandırabilir. Bu da hem toplumsal ayrışmayı artırır hem de markaların faaliyet alanını daraltabilir. Hükümetlerle veya düzenleyici kurumlarla yaşanabilecek olası sorunlar, markaların üretim zincirinin halkası olma özelliğini zedeler ve ekonomiye doğrudan zarar verir.
Sonuç: Denge, Etik ve Özgürlük
Toplum için üreten markaların, siyasetin aracı haline getirilmemesi gerekir. Bu konuda farklı görüşler var: Kimileri bu durumu ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirirken, kimileri ekonomik zarar kastı taşıdığını ve Türk Ticaret Kanunu’na aykırı olduğunu savunuyor.
Markalar; insan hakları, çevre duyarlılığı ve sosyal konulardaki tavırlarıyla güçlü ve etkili olmalı. Ancak hiçbir siyasi yapı, markaları kendi hedef ve gündemlerine göre yönlendirme ya da araçsallaştırma hakkına sahip olmamalı.
Çünkü markaların gücü, doğrudan toplumun gücünü yansıtır.